Birkaç Kitap / "Emel Defteri"ndeki Notlardan
2 Temmuz
Sabah kitaplığa baktım. İki kitap seçtim. Bu sefer rahmetli ağabeyimin öğrencilik yıllarında ders için okuduğu kitaplar. Eski baskı, her yeri çizilmiş, sayfa kenarlarında bazı notlar da olabilir. Nurettin Topçu’nun “Bergson”u ve Bedia Akarsu’dan “Çağdaş Felsefe”
3 Temmuz, Çarşamba
Bergson’u okudum. Topçu iyi bir yazar, kitabı zevkle okudum. Felsefe okurken kullanılan dille ilgili bir tedirginlik yaşıyorum çoğu zaman. Kökünü bildiğim sözcüğün hangi anlama geldiğini, nasıl bir terim olduğunu kestirmeye çalışmaktan kaynaklanıyor bu tedirginlik. Türkçe kökler ve eklerle oluşturulmuş ama anlamını kestiremediğim sözcükleri ya bağlamdan çıkarmaya çalışıyorum ya sözlüğe bakıyorum. Hatta bir keresinde yanımda sözlük ve ortamda internet olmadığı için anlamadığım bir terim için telefonumdaki Arapça sözlüğe başvurmuş, ha bu o muymuş, demiştim kendi kendime. Topçu okurken akıcı, güzel bir dille, anlaşılır şekilde de felsefi yazı yazılabileceğini anladım.
Bergson neler yazmış, neler düşünmüş oldukça geniş bilgi sahibi oldum kitabı okurken. Artık Bergson’un öncelikle hangi eserlerini okumak gerekir, filozof hangi konulara ağırlık vermiş biliyorum. Kitapta “sezgi” başlığına genişçe yer verilmiş. Sezgi kavramına Bergson’dan önce yüklenen anlamlar ve onun yüklediği anlamlar. Sanat, ahlak, din üzerine düşünceleri geniş alıntılar ve özetlemelerle kitaba yerleştirilmiş. Alınan parçalar Nurettin Topçu’nun, Bergson sadece filozof olarak değil bir edip olarak da okunmaya değer bir isimdir, iddiasını haklı çıkaracak nitelikte.
Filozofa getirilen tenkitler de yer almış kitapta. Yazar kendisi de yer yer tespit ettiği tutarsızlıkları göstermekten çekinmemiş. İyi oldu okuduğum.
5 Temmuz
Bedia Akarsu’nun kaleminden çıkma Çağdaş Felsefe’yi okumaya devam ediyorum. Gürültü patırtıdan çok yoğunlaşamadığım da oluyor ama anlatım akıcı, üslup güzel. Felsefe akımlarını birbirine bağlayarak anlatıyor, özetliyor. Güzel bir kitap bence. Kitabın yarısı örnek metinlere ayrılmış, henüz o kısma gelmedim ama iyi düşünülmüş. Felsefe akımlarını düşünürlerin kaleminden çıkma örnek metinlerle tanımak iyi olur sanırım.
8 Temmuz
‘Çağdaş Felsefe’nin ilk yarısı bitti. Şimdi seçme metinleri okuyacağım yavaş yavaş. Daha önce ders kitabı olarak okuduğum ‘Çağdaş Felsefe”de gördüğüm bazı isimleri bu kitapta göremedim. Sonra birden dank etti. Kitap 79 yılında basılmış. Otuz yıl önce yani. Otuz yıl önce yazılan bir çağdaş felsefe ne kadar çağdaş olur ki, gibi bir soru geldi aklıma. Gerçi biz örgün okurken de Yeni Türk Edebiyatı tarihi o tarihten otuz kırk yıl öncesinde kalmıştı neredeyse. Önce tarih hükmünü versin diyorlardı sanırım.
Ben bunu doğru bulmazdım. Öğrencilerimden Yeni Türk Edebiyatı derken buradaki “yeni” sıfatını tartışmalarını isterdim. O zamanki bir reklam cıngılından apardığım soru cümlesiyle “En yeni ne kadar yeni?” diye sorardım. Şimdi olsa gençler arasındaki moda soru kalıbını kullanırdım sanırım. “Neye göre, kime göre yeni?”
Mesela bu kitapta Sartre’ın ölüm tarihi yok. Ad soyaddan sonra (1905 - ): şeklinde parantezi kapayıp iki nokta koymuşlar. Bedia Akarsu üzgün yüz emojisini de öğrenememiştir sanırım.
Neyse, ne diyeyim, ellerine sağlık. Okudum, istifade ettim.
Ödünç bir kitap olduğu için çizmeyecektim. Ödünç kitapları, kütüphane kitaplarını çizmeyi doğru bulmam, kendi kitaplarımı kurşun kalemle çok fena çizerim. Ama bazı yerlerde dayanamadım çizdim. Çağdaş felsefecilerin bazı düşünceleri, yaklaşımları doğunun irfanî metinlerini, o metinlerdeki yaklaşımları andırıyor çünkü. Yine de bu benzerlikler üzerine gönül rahatlığıyla konuşup yazamıyorum. Çünkü bir yerde bir sufinin sözü mü dediğiniz düşünceleri sıralayan filozof az ilerde çok farklı bir yargıya ya da vargıya ulaşabiliyor. O filozofu külliyatıyla okuyup, dediklerine bütüncül bakamamış olmak tedirgin ediyor beni. Belki gereksiz bir dikkat. Emin değilim bundan, belki de gereklidir. Sık sık yazma niyetiyle üç yıl önce açtığım “Felsefe talebesi” adlı bloga çok az yazabilmiş olmamın birkaç sebebinden biri de bu olabilir.
Bu kadar uzun ve belki gereksiz bir girizgahtan sonra kitaptan altını çizdiğim bazı cümleleri, paragrafları alıntılamak istiyorum.
Bedia Akarsu, Scheler’in görüşlerini aktarıyor;
“… Kişinin oluşmasına hizmet eden bilgi ile bizdeki tinsel kişiliği varlık ve özellikleriyle bir ‘mikrokosmos’ halinde genişletir ve açarız, bunu da dünyanın bütününe bir defalık olan varlığımızla katılmaya çalışmakla başarırız. İnsan her şeyden önce kendini özgürce biçimlendiren bir varlıktır. İnsan varlık biçiminin ne olmasını ve ne olacağını isteyen ve buna, ne olacağına karar verebilen bir varlıktır. İnsan için ülkü (ideal) olarak da Scheler ‘tam-insan’ ülküsünü koyar. Bundan da insanın asıl özüne varmmasını anlar. Oluşumla iilgisi olmayan her türlü bilgiye karşı ‘oluşum bilgisi’ oluşan, bir kültür haline gelebilen, insana biçim kazandıran, insanı yetiştiren bilgi, ‘sindirilmiş’ bilgidir. Nasıl ve nereden kazanıldığı bilinmeyen bir bilgidir. Bu bilgi adeta insanın ikinci bir doğası olur. Bu bilgi insana hazır bir elbise gibi değil de, insanın kendisinde olan doğal bir elbise gibi uyan bir bilgidir. ‘Aydın, tahsili olup olmadığına dikkat etmediğimiz insandır.’ Diyor Scheler. Bu oluşum kazandıran bilgi, yalnız aklın, düşünmenin, görülemenin sağladığı bilgiler değildir. Bu bilgi ruhun işlevlerini de kapsar, halk dilinde gönül denen şeyi de. Gönlün de, istencin de, karakterin de bir biçim kazanması olanaklıdır, bunlar da aklın formları gibi gelişirler; öyleyse bu bilgi bir oluşa, bir başka-oluşa hizmet eden bilgidir. Kurtuluş bilgisinde insanın kişi çekirdeği dünyanın en yüksek varlık temeline katılmaya çalışır. Bu bilgi bütün nesnelerde salt olanın var oluşu, özü ve değeri olan bir bilgidir. Ancak bu metafizik Scheler’de bir nesne—varlık metafiziği değil, ‘insan nedir?’ sorusunu soran felsefî antropoloji ya da edimler metafiziğidir. Çağdaş metafizik öyleyse bir ‘metaanthropologie’ olmalıdır, Scheler’e göre.”
Mesela bu örnek. Sanki “tam-insan” kâmil insan gibi geliyor kulağa, insan küçük kainat yaklaşımı bir çok doğulu irfan mektebinde tekrar edilegelen bir yaklaşım ama ayrıntıda ciddi farklar da var.
*
Hegel, “Her felsefe çağını düşüncelerle dile getirir.” demiş.
*
Ortega:
“Artık kahramanlar yok, yalnız koro var.”
*
Kierkegaard:
“Yaşamını boşuna harcama, günlerini öldürme, uyku içinde geçirme, uyan ve insan ol.”
Kendisi “bütün yaşamını, doymuşluğu içinde uyuklayan insanları nasıl uyandırabileceğini düşünmekle geçirdiğini” söyler. Belki insanları biri cılız kanatlı – eşit olmayan – iki atın çektiği bir arabaya oturtup yürü diye bağırsa! Belki o zaman uyanacaklardır. Kanatlı at sonsuzluk, cılız at zaman, arabacı da içimizden her biri.
(Platon’un da buna benzer arlı arabaları vardı.)
*
Kierkegaard’a göre:
Bir insan doğruluğu bildirebilse bile, bunu yapmaması gerekir. Bir öğreticinin öğrencisini kendi kopyası yapmaya hakkı yoktur. Öğretmen öğrencisine dolaylı olarak biçim vermekle, dolaylı olarak onu yetiştirmekle yetinmelidir.
11 Temmuz
Çağdaş Felsefe’den alıntılar:
Max Scheler; sanırım okumak istediğim bir düşünür oldu. Bu alıntılar onun Felsefî Dünya Görüşü adlı yazısından:
“Yığın hiçbir zaman filozof olamaz.” Platon’un bu sözü bugün için de geçerlidir. Çoğu insan dünya görüşünü dinî veya herhangi başka bir gelenek yoluyla elde ederler.
…
İnsan “küçük bir evren” olduğu ve bütün varlıkalanları – fiziksel, canlı ve manevi varlık – insanda bir araya geldiği, insanda kesiştiği için, “büyük evren”in en yüksek temeli insanda incelenebilir. Küçük bir Tanrı olan insanın varlığı, Tanrıya giden ilk geçittir.
…
İnsanın itki ve güdülere dayanan biyolojik varlığı da, kökünü doğadaki Tanrısal “yaşama atılımı”nda bulur.
…
Karar verme varlığı olarak insan, Tanrının birlikte savaşçısı, birlikte eylemcisi olmanın yüce onurunu taşır. Onun görevi, Tanrılığın bayrağını; kendisini dünyanın oluşumunda gerçekleştiren Tanrının bayrağını, dünya kasırgasında en önde taşımaktır.
Martin Heidegger’den;
Herkes alanı her yerde hazır bulunur, ama insanın karar vermesi gerektiği yerde “herkes” ortadan çekilmiş, kaçıp gitmiştir. Ne var ki bütün kararlar önceden herkes alanınca verildiği için, herkes alanı insanın sorumluluğunu insanın üzerinden alır. Herkes alanı kolayca herşeyin sorumluluğunu yüklenebilir, çünkü bu alanda yapılıp ediliş olanlardan ötürü hiç kimseden tek başına kendisini sorumlu sayması beklenmez. Yapılıp edilenlerden sorumlu hep “herkes”, daha doğrusu “hiç kimse”dir.
…
Herkes alanında her kimse ötekidir ve hiç kimse kendisi değildir. Günlük insanın kimliği sorusunun karşılığı olan “herkes”, insanın ötekilerle-birlikte-olma’sında kendi varoluşunu teslim ettiği “hiçkimse”dir.
Sartre’dan alınan parçalarda da altını çizdiğim çok cümleler olmuş ama buraya kaydetmeye üşendim.
16 Temmuz
Fatma’nın kitaplığından okumaya devam ediyorum. Bir iki gün önce Utopia’yı okudum. Thomas More’un bu eseri de eskiden okumuş olmam gereken bir kitaptı aslında ama okumamıştım. Nasip bu güneymiş. Ütopya kavramını edebiyat, felsefe ve siyaset alemine hediye eden eser. Okurken bu ütopya adası bir ütopya değil de gerçek olsa orada yaşamak ister miydim diye düşündüm. Hayır, istemezdim. Bir çeşit komünizm düşünmüş More ve oldukça insaflı, hoş yasalar koymuş ama sınırlandırıcı, kısıtlayıcı yönleri var yine de. Sanırım her ütopya biraz distopya. Yine de Platon’un Devlet’ine tercih ederdim Ütopya adasını. Yer yer tutarsızlıklar da gördüm ada halkının erdemli hayat anlayışında. Bazı yabancıları hileyle birbirine düşürmeyi erdem saymaları ve paralı asker aldıkları kavmi aşağılamaları gibi. Daha da çoğaltılabilir bunlar.
Çeviri güzel bir dille yapılmış. Çevirenler Sabahattin Eyuboğlu ve Vedat Günyol. Usta elinden çıkması illa ki farklı bir tat katmış eserin diline.
Beni More’un kısa hayat hikayesinde anlatılanlar belki eserden daha çok etkiledi. Haksız yere idam edilmesi ve ölüm karşısında tutumu.
Kralın haksız bir kararını desteklemedi diye ölüm cezası veriyorlar yazara. Halbuki karşı da çıkmamış, sessiz kalmış sadece. Bu kadarını bile vatana ihanet kabul etmişler. Başı vurularak idam edilmiş. Ölümü garip bir iç huzuruyla, hatta sevinçle karşılamış. “Kellesi uçmakla insanın başına felaket gelmez.” demiş. Son sözü de bir nükte olmuş. Cellat başını kütüğün üstüne koyduğu zaman sakalını güzelce yana çekmiş ve “Ne de olsa sakalım vatana ihanet etmedi, o da idam edilmesin.” demiş.
Anlatıcı, Ütopya adasını anlatan kahramanı tanıttığı ilk sayfalarda onun ağzından şu sözü aktarıyor. “Bir mezarda çürümek şerefine de pek düşkün değil. Sık sık şu sözü tekrarlar: ‘Mezarsız ölünün kefeni göklerdir; her yerde Tanrı’ya giden bir yol vardır.’”
İlk sayfalardaki şu yaklaşım da çok hoşuma gitti. Altını çizip gülen yüz emojisi koymaktan alamamışım kendimi.
“Artık yeniliğini yitiren o devleri, ejderhaları sormuyorduk ona. Çünkü Skyllaslar, Celenoslar, sürüyle insan yiyen Lastrigonlar, daha bilmem hangi canavarlar her yerde bulunabilir. Kolay kolay bulunmayan şey, doğrulukla, akıllıca düzenlenmiş bir toplumdur.”
Gerçekten de öyle değil mi? On altıncı asırda bu konulara kafa yoran adamların çabaları devam ettirilerek batıda görece akıllıca düzenlenmiş toplumlara rastlanıyor bugün. Artık ikinci dünya, üçüncü dünya haline gelmiş toplumlarda ise hala efsanevi canavarlar ve o canavarların hikayeleriyle uğraşıyor insanlar. Bugün hukukun üstünlüğü, insan haklarına saygı gibi değerlerle öne çıkan bir memlekette yaşamayı ütopyada yaşamaya tercih ederim. Çok yol almış batı.
Başka okuyabileceğim hangi kitaplar var diye raflara bakarken ‘Yetke ve Birey’ adlı küçük bir kitap dikkatimi çekmişti. Dün beş on sayfa okudum. Belki daha fazla. Sonra bir gün önce yeğenimle kuzenine söylediğim lafı hatırladım. Gençlere bilgiç bilgiç “Başladığınız kitabı ille bitirmek zorunda hissetmeyin kendinizi, hoşunuza gitmediyse bırakın gitsin.” demiştim. Baktım başladığım kitabın içeriği çok da ilgimi çekmiyor aslında, bıraktım. Ama şunu da biliyorum, söylediğim o sözü hatırlamasam bırakmaz, konusu çok ilgimi çekmese de sonuna kadar okurdum o kitabı.
Sonra İsmet Özel ve Sezai Karakoç kitaplarını gördüm arka sıralarda. İkisinden de birer kitap aldım. Önceden okuduğumu düşündüğüm kitaplardı. İsmet Özel’den bir yazı okudum. Aslında doğru şeyler söylüyordu ama sonradan okuduğum yazıda söyledikleriyle çelişen tavırlar sergilediğini düşündüm, artık bana vereceği bir şey var mı emin olamadım onu da bıraktım. Okuduğum yazı kitabın adıydı aynı zamanda “Surat Asmak Hakkımız”. Ben de surat asma hakkımı kullandım belki.
Sezai Karakoç kitabını ise okuduğumu zannetsem de aslında okumadığını anladım. Edebiyat Yazıları III. Ben iki kitap biliyordum “Edebiyat Yazıları”nı altını çizerek, bir deftere özetini çıkararak okumuştum öğrenciliğimde. Bu üçüncü kitap 96’da çıkmış. Lise sonda ve üniversitede okudum Karakoç’tan ne okudumsa, sonradan sadece şiirlerini okudum sanırım. Belki birkaç defa. Tek ciltte çıkınca alıp bir daha okudum ama düzyazılarından okudum mu hatırlamıyorum.
Her neyse, kitabın alt başlığı Eğik Ehramlar, dergide yayımlanan bazıları güncel edebiyat yazılarına yer verilmiş kitapta. İyiydi. Dante ve islam yazısı çeviriymiş. Sonra Rimbaud ve İslam yazısı var. Bu konuyu hiç bilmiyordum. İlginç bir yazı. Hızırla Kırk Saat’ı nasıl yazdığını ve arada geçen “Batı Korosu”nun hikayesini anlattığı yazı da bence hoş. Aydınlandım o konuda.
Bir de Dante yazısında bir çeviri tasarrufu ilgimi çekti. Cehennem, isra ve miraçla ilgili anlatılardan bahsederken “lejant” kavramını kullanmış. Bir batılı, teolog bu kavramlara lejant der, ama bir Müslüman yazar genelde çeviri bile olsa ya değiştirerek tahrif eder, çevresinden dolaşarak ifade eder ya da bir dipnotla kendisinin aynı görüşte olmadığını ifade eder. Okurların tepkisinden korkar belki, belki okuru saf gördüğü için etkilenmesin, kafası karışmasın diye ön almak ister. Sezai Karakoç öyle bir şey yapmamış. Muhtemelen metinde olduğu gibi “bu lejantlar” demiş geçmiş. Aklıma şöyle bir hinlik de gelmedi değil, yoksa Karakoç, zaten okur lejant sözcüğünü anlıyorsa tepki gösterecek ya da kafası karışacak kadar sığ değildir anlamıyorsa okur geçer mi dedi? Pekâlâ lejant yerine efsane, ustûre veya söylence de diyebilirdi. Eğer kafamdaki muzibin dediği gibiyse bu da bir ön alma çeşidi olur.
Not: Daha sonra Edebiyat Yazıları I ve II'yi de okudum. Karakoç'u okumak lazım yeniden yazdım günlüğüme. Sonraki günlerde benden görerek biri daha Karakoç kitabı çıkarmış balkona. Kıyamet Aşısı. Meşhur kitaplarından biri yazarın. Birkaç yazı okudum. Hep şairane cümleler. Sloganvari güzel benzetmeler... Ama içerik yok gibi geldi. Birden içimde bir kızgınlık. Gençliğimde böyle şairane ama içeriği zayıf kitaplar yüzünden sağlam metinlere ulaşamamışım gibi bir duyguya kapıldım. Sonra hep müslüman şöyledir, batılı böyledir gibi bir kıyaslama. Hep biz ve öteki anlatımı. Edebiyat yazılarında da vardı aynı şey gerçi ama rahatsız olsam da hoşgörebilmiştim. O zamanın şartları, dili filan demiştim. Belki üst üste geldiğinden bu sefer diyemedim. Karakoç'u yeniden okuma düşüncemi yine bilinmez bir zamana erteledim. Ama yine de okumak gerektiğini düşünüyorum. En azından şiirlerini daha iyi anlayabilmek için.
Sabah kitaplığa baktım. İki kitap seçtim. Bu sefer rahmetli ağabeyimin öğrencilik yıllarında ders için okuduğu kitaplar. Eski baskı, her yeri çizilmiş, sayfa kenarlarında bazı notlar da olabilir. Nurettin Topçu’nun “Bergson”u ve Bedia Akarsu’dan “Çağdaş Felsefe”
3 Temmuz, Çarşamba
Bergson’u okudum. Topçu iyi bir yazar, kitabı zevkle okudum. Felsefe okurken kullanılan dille ilgili bir tedirginlik yaşıyorum çoğu zaman. Kökünü bildiğim sözcüğün hangi anlama geldiğini, nasıl bir terim olduğunu kestirmeye çalışmaktan kaynaklanıyor bu tedirginlik. Türkçe kökler ve eklerle oluşturulmuş ama anlamını kestiremediğim sözcükleri ya bağlamdan çıkarmaya çalışıyorum ya sözlüğe bakıyorum. Hatta bir keresinde yanımda sözlük ve ortamda internet olmadığı için anlamadığım bir terim için telefonumdaki Arapça sözlüğe başvurmuş, ha bu o muymuş, demiştim kendi kendime. Topçu okurken akıcı, güzel bir dille, anlaşılır şekilde de felsefi yazı yazılabileceğini anladım.
Bergson neler yazmış, neler düşünmüş oldukça geniş bilgi sahibi oldum kitabı okurken. Artık Bergson’un öncelikle hangi eserlerini okumak gerekir, filozof hangi konulara ağırlık vermiş biliyorum. Kitapta “sezgi” başlığına genişçe yer verilmiş. Sezgi kavramına Bergson’dan önce yüklenen anlamlar ve onun yüklediği anlamlar. Sanat, ahlak, din üzerine düşünceleri geniş alıntılar ve özetlemelerle kitaba yerleştirilmiş. Alınan parçalar Nurettin Topçu’nun, Bergson sadece filozof olarak değil bir edip olarak da okunmaya değer bir isimdir, iddiasını haklı çıkaracak nitelikte.
Filozofa getirilen tenkitler de yer almış kitapta. Yazar kendisi de yer yer tespit ettiği tutarsızlıkları göstermekten çekinmemiş. İyi oldu okuduğum.
5 Temmuz
Bedia Akarsu’nun kaleminden çıkma Çağdaş Felsefe’yi okumaya devam ediyorum. Gürültü patırtıdan çok yoğunlaşamadığım da oluyor ama anlatım akıcı, üslup güzel. Felsefe akımlarını birbirine bağlayarak anlatıyor, özetliyor. Güzel bir kitap bence. Kitabın yarısı örnek metinlere ayrılmış, henüz o kısma gelmedim ama iyi düşünülmüş. Felsefe akımlarını düşünürlerin kaleminden çıkma örnek metinlerle tanımak iyi olur sanırım.

‘Çağdaş Felsefe’nin ilk yarısı bitti. Şimdi seçme metinleri okuyacağım yavaş yavaş. Daha önce ders kitabı olarak okuduğum ‘Çağdaş Felsefe”de gördüğüm bazı isimleri bu kitapta göremedim. Sonra birden dank etti. Kitap 79 yılında basılmış. Otuz yıl önce yani. Otuz yıl önce yazılan bir çağdaş felsefe ne kadar çağdaş olur ki, gibi bir soru geldi aklıma. Gerçi biz örgün okurken de Yeni Türk Edebiyatı tarihi o tarihten otuz kırk yıl öncesinde kalmıştı neredeyse. Önce tarih hükmünü versin diyorlardı sanırım.
Ben bunu doğru bulmazdım. Öğrencilerimden Yeni Türk Edebiyatı derken buradaki “yeni” sıfatını tartışmalarını isterdim. O zamanki bir reklam cıngılından apardığım soru cümlesiyle “En yeni ne kadar yeni?” diye sorardım. Şimdi olsa gençler arasındaki moda soru kalıbını kullanırdım sanırım. “Neye göre, kime göre yeni?”
Mesela bu kitapta Sartre’ın ölüm tarihi yok. Ad soyaddan sonra (1905 - ): şeklinde parantezi kapayıp iki nokta koymuşlar. Bedia Akarsu üzgün yüz emojisini de öğrenememiştir sanırım.
Neyse, ne diyeyim, ellerine sağlık. Okudum, istifade ettim.
Ödünç bir kitap olduğu için çizmeyecektim. Ödünç kitapları, kütüphane kitaplarını çizmeyi doğru bulmam, kendi kitaplarımı kurşun kalemle çok fena çizerim. Ama bazı yerlerde dayanamadım çizdim. Çağdaş felsefecilerin bazı düşünceleri, yaklaşımları doğunun irfanî metinlerini, o metinlerdeki yaklaşımları andırıyor çünkü. Yine de bu benzerlikler üzerine gönül rahatlığıyla konuşup yazamıyorum. Çünkü bir yerde bir sufinin sözü mü dediğiniz düşünceleri sıralayan filozof az ilerde çok farklı bir yargıya ya da vargıya ulaşabiliyor. O filozofu külliyatıyla okuyup, dediklerine bütüncül bakamamış olmak tedirgin ediyor beni. Belki gereksiz bir dikkat. Emin değilim bundan, belki de gereklidir. Sık sık yazma niyetiyle üç yıl önce açtığım “Felsefe talebesi” adlı bloga çok az yazabilmiş olmamın birkaç sebebinden biri de bu olabilir.
Bu kadar uzun ve belki gereksiz bir girizgahtan sonra kitaptan altını çizdiğim bazı cümleleri, paragrafları alıntılamak istiyorum.
Bedia Akarsu, Scheler’in görüşlerini aktarıyor;
“… Kişinin oluşmasına hizmet eden bilgi ile bizdeki tinsel kişiliği varlık ve özellikleriyle bir ‘mikrokosmos’ halinde genişletir ve açarız, bunu da dünyanın bütününe bir defalık olan varlığımızla katılmaya çalışmakla başarırız. İnsan her şeyden önce kendini özgürce biçimlendiren bir varlıktır. İnsan varlık biçiminin ne olmasını ve ne olacağını isteyen ve buna, ne olacağına karar verebilen bir varlıktır. İnsan için ülkü (ideal) olarak da Scheler ‘tam-insan’ ülküsünü koyar. Bundan da insanın asıl özüne varmmasını anlar. Oluşumla iilgisi olmayan her türlü bilgiye karşı ‘oluşum bilgisi’ oluşan, bir kültür haline gelebilen, insana biçim kazandıran, insanı yetiştiren bilgi, ‘sindirilmiş’ bilgidir. Nasıl ve nereden kazanıldığı bilinmeyen bir bilgidir. Bu bilgi adeta insanın ikinci bir doğası olur. Bu bilgi insana hazır bir elbise gibi değil de, insanın kendisinde olan doğal bir elbise gibi uyan bir bilgidir. ‘Aydın, tahsili olup olmadığına dikkat etmediğimiz insandır.’ Diyor Scheler. Bu oluşum kazandıran bilgi, yalnız aklın, düşünmenin, görülemenin sağladığı bilgiler değildir. Bu bilgi ruhun işlevlerini de kapsar, halk dilinde gönül denen şeyi de. Gönlün de, istencin de, karakterin de bir biçim kazanması olanaklıdır, bunlar da aklın formları gibi gelişirler; öyleyse bu bilgi bir oluşa, bir başka-oluşa hizmet eden bilgidir. Kurtuluş bilgisinde insanın kişi çekirdeği dünyanın en yüksek varlık temeline katılmaya çalışır. Bu bilgi bütün nesnelerde salt olanın var oluşu, özü ve değeri olan bir bilgidir. Ancak bu metafizik Scheler’de bir nesne—varlık metafiziği değil, ‘insan nedir?’ sorusunu soran felsefî antropoloji ya da edimler metafiziğidir. Çağdaş metafizik öyleyse bir ‘metaanthropologie’ olmalıdır, Scheler’e göre.”
Mesela bu örnek. Sanki “tam-insan” kâmil insan gibi geliyor kulağa, insan küçük kainat yaklaşımı bir çok doğulu irfan mektebinde tekrar edilegelen bir yaklaşım ama ayrıntıda ciddi farklar da var.
*
Hegel, “Her felsefe çağını düşüncelerle dile getirir.” demiş.
*
Ortega:
“Artık kahramanlar yok, yalnız koro var.”
*
Kierkegaard:
“Yaşamını boşuna harcama, günlerini öldürme, uyku içinde geçirme, uyan ve insan ol.”
Kendisi “bütün yaşamını, doymuşluğu içinde uyuklayan insanları nasıl uyandırabileceğini düşünmekle geçirdiğini” söyler. Belki insanları biri cılız kanatlı – eşit olmayan – iki atın çektiği bir arabaya oturtup yürü diye bağırsa! Belki o zaman uyanacaklardır. Kanatlı at sonsuzluk, cılız at zaman, arabacı da içimizden her biri.
(Platon’un da buna benzer arlı arabaları vardı.)
*
Kierkegaard’a göre:
Bir insan doğruluğu bildirebilse bile, bunu yapmaması gerekir. Bir öğreticinin öğrencisini kendi kopyası yapmaya hakkı yoktur. Öğretmen öğrencisine dolaylı olarak biçim vermekle, dolaylı olarak onu yetiştirmekle yetinmelidir.
11 Temmuz
Çağdaş Felsefe’den alıntılar:
Max Scheler; sanırım okumak istediğim bir düşünür oldu. Bu alıntılar onun Felsefî Dünya Görüşü adlı yazısından:
“Yığın hiçbir zaman filozof olamaz.” Platon’un bu sözü bugün için de geçerlidir. Çoğu insan dünya görüşünü dinî veya herhangi başka bir gelenek yoluyla elde ederler.
…
İnsan “küçük bir evren” olduğu ve bütün varlıkalanları – fiziksel, canlı ve manevi varlık – insanda bir araya geldiği, insanda kesiştiği için, “büyük evren”in en yüksek temeli insanda incelenebilir. Küçük bir Tanrı olan insanın varlığı, Tanrıya giden ilk geçittir.
…
İnsanın itki ve güdülere dayanan biyolojik varlığı da, kökünü doğadaki Tanrısal “yaşama atılımı”nda bulur.
…
Karar verme varlığı olarak insan, Tanrının birlikte savaşçısı, birlikte eylemcisi olmanın yüce onurunu taşır. Onun görevi, Tanrılığın bayrağını; kendisini dünyanın oluşumunda gerçekleştiren Tanrının bayrağını, dünya kasırgasında en önde taşımaktır.
Martin Heidegger’den;
Herkes alanı her yerde hazır bulunur, ama insanın karar vermesi gerektiği yerde “herkes” ortadan çekilmiş, kaçıp gitmiştir. Ne var ki bütün kararlar önceden herkes alanınca verildiği için, herkes alanı insanın sorumluluğunu insanın üzerinden alır. Herkes alanı kolayca herşeyin sorumluluğunu yüklenebilir, çünkü bu alanda yapılıp ediliş olanlardan ötürü hiç kimseden tek başına kendisini sorumlu sayması beklenmez. Yapılıp edilenlerden sorumlu hep “herkes”, daha doğrusu “hiç kimse”dir.
…
Herkes alanında her kimse ötekidir ve hiç kimse kendisi değildir. Günlük insanın kimliği sorusunun karşılığı olan “herkes”, insanın ötekilerle-birlikte-olma’sında kendi varoluşunu teslim ettiği “hiçkimse”dir.
Sartre’dan alınan parçalarda da altını çizdiğim çok cümleler olmuş ama buraya kaydetmeye üşendim.
16 Temmuz
Fatma’nın kitaplığından okumaya devam ediyorum. Bir iki gün önce Utopia’yı okudum. Thomas More’un bu eseri de eskiden okumuş olmam gereken bir kitaptı aslında ama okumamıştım. Nasip bu güneymiş. Ütopya kavramını edebiyat, felsefe ve siyaset alemine hediye eden eser. Okurken bu ütopya adası bir ütopya değil de gerçek olsa orada yaşamak ister miydim diye düşündüm. Hayır, istemezdim. Bir çeşit komünizm düşünmüş More ve oldukça insaflı, hoş yasalar koymuş ama sınırlandırıcı, kısıtlayıcı yönleri var yine de. Sanırım her ütopya biraz distopya. Yine de Platon’un Devlet’ine tercih ederdim Ütopya adasını. Yer yer tutarsızlıklar da gördüm ada halkının erdemli hayat anlayışında. Bazı yabancıları hileyle birbirine düşürmeyi erdem saymaları ve paralı asker aldıkları kavmi aşağılamaları gibi. Daha da çoğaltılabilir bunlar.
Çeviri güzel bir dille yapılmış. Çevirenler Sabahattin Eyuboğlu ve Vedat Günyol. Usta elinden çıkması illa ki farklı bir tat katmış eserin diline.
Beni More’un kısa hayat hikayesinde anlatılanlar belki eserden daha çok etkiledi. Haksız yere idam edilmesi ve ölüm karşısında tutumu.
Kralın haksız bir kararını desteklemedi diye ölüm cezası veriyorlar yazara. Halbuki karşı da çıkmamış, sessiz kalmış sadece. Bu kadarını bile vatana ihanet kabul etmişler. Başı vurularak idam edilmiş. Ölümü garip bir iç huzuruyla, hatta sevinçle karşılamış. “Kellesi uçmakla insanın başına felaket gelmez.” demiş. Son sözü de bir nükte olmuş. Cellat başını kütüğün üstüne koyduğu zaman sakalını güzelce yana çekmiş ve “Ne de olsa sakalım vatana ihanet etmedi, o da idam edilmesin.” demiş.
Anlatıcı, Ütopya adasını anlatan kahramanı tanıttığı ilk sayfalarda onun ağzından şu sözü aktarıyor. “Bir mezarda çürümek şerefine de pek düşkün değil. Sık sık şu sözü tekrarlar: ‘Mezarsız ölünün kefeni göklerdir; her yerde Tanrı’ya giden bir yol vardır.’”
İlk sayfalardaki şu yaklaşım da çok hoşuma gitti. Altını çizip gülen yüz emojisi koymaktan alamamışım kendimi.
“Artık yeniliğini yitiren o devleri, ejderhaları sormuyorduk ona. Çünkü Skyllaslar, Celenoslar, sürüyle insan yiyen Lastrigonlar, daha bilmem hangi canavarlar her yerde bulunabilir. Kolay kolay bulunmayan şey, doğrulukla, akıllıca düzenlenmiş bir toplumdur.”
Gerçekten de öyle değil mi? On altıncı asırda bu konulara kafa yoran adamların çabaları devam ettirilerek batıda görece akıllıca düzenlenmiş toplumlara rastlanıyor bugün. Artık ikinci dünya, üçüncü dünya haline gelmiş toplumlarda ise hala efsanevi canavarlar ve o canavarların hikayeleriyle uğraşıyor insanlar. Bugün hukukun üstünlüğü, insan haklarına saygı gibi değerlerle öne çıkan bir memlekette yaşamayı ütopyada yaşamaya tercih ederim. Çok yol almış batı.
Başka okuyabileceğim hangi kitaplar var diye raflara bakarken ‘Yetke ve Birey’ adlı küçük bir kitap dikkatimi çekmişti. Dün beş on sayfa okudum. Belki daha fazla. Sonra bir gün önce yeğenimle kuzenine söylediğim lafı hatırladım. Gençlere bilgiç bilgiç “Başladığınız kitabı ille bitirmek zorunda hissetmeyin kendinizi, hoşunuza gitmediyse bırakın gitsin.” demiştim. Baktım başladığım kitabın içeriği çok da ilgimi çekmiyor aslında, bıraktım. Ama şunu da biliyorum, söylediğim o sözü hatırlamasam bırakmaz, konusu çok ilgimi çekmese de sonuna kadar okurdum o kitabı.
Sonra İsmet Özel ve Sezai Karakoç kitaplarını gördüm arka sıralarda. İkisinden de birer kitap aldım. Önceden okuduğumu düşündüğüm kitaplardı. İsmet Özel’den bir yazı okudum. Aslında doğru şeyler söylüyordu ama sonradan okuduğum yazıda söyledikleriyle çelişen tavırlar sergilediğini düşündüm, artık bana vereceği bir şey var mı emin olamadım onu da bıraktım. Okuduğum yazı kitabın adıydı aynı zamanda “Surat Asmak Hakkımız”. Ben de surat asma hakkımı kullandım belki.
Sezai Karakoç kitabını ise okuduğumu zannetsem de aslında okumadığını anladım. Edebiyat Yazıları III. Ben iki kitap biliyordum “Edebiyat Yazıları”nı altını çizerek, bir deftere özetini çıkararak okumuştum öğrenciliğimde. Bu üçüncü kitap 96’da çıkmış. Lise sonda ve üniversitede okudum Karakoç’tan ne okudumsa, sonradan sadece şiirlerini okudum sanırım. Belki birkaç defa. Tek ciltte çıkınca alıp bir daha okudum ama düzyazılarından okudum mu hatırlamıyorum.
Her neyse, kitabın alt başlığı Eğik Ehramlar, dergide yayımlanan bazıları güncel edebiyat yazılarına yer verilmiş kitapta. İyiydi. Dante ve islam yazısı çeviriymiş. Sonra Rimbaud ve İslam yazısı var. Bu konuyu hiç bilmiyordum. İlginç bir yazı. Hızırla Kırk Saat’ı nasıl yazdığını ve arada geçen “Batı Korosu”nun hikayesini anlattığı yazı da bence hoş. Aydınlandım o konuda.
Bir de Dante yazısında bir çeviri tasarrufu ilgimi çekti. Cehennem, isra ve miraçla ilgili anlatılardan bahsederken “lejant” kavramını kullanmış. Bir batılı, teolog bu kavramlara lejant der, ama bir Müslüman yazar genelde çeviri bile olsa ya değiştirerek tahrif eder, çevresinden dolaşarak ifade eder ya da bir dipnotla kendisinin aynı görüşte olmadığını ifade eder. Okurların tepkisinden korkar belki, belki okuru saf gördüğü için etkilenmesin, kafası karışmasın diye ön almak ister. Sezai Karakoç öyle bir şey yapmamış. Muhtemelen metinde olduğu gibi “bu lejantlar” demiş geçmiş. Aklıma şöyle bir hinlik de gelmedi değil, yoksa Karakoç, zaten okur lejant sözcüğünü anlıyorsa tepki gösterecek ya da kafası karışacak kadar sığ değildir anlamıyorsa okur geçer mi dedi? Pekâlâ lejant yerine efsane, ustûre veya söylence de diyebilirdi. Eğer kafamdaki muzibin dediği gibiyse bu da bir ön alma çeşidi olur.
Not: Daha sonra Edebiyat Yazıları I ve II'yi de okudum. Karakoç'u okumak lazım yeniden yazdım günlüğüme. Sonraki günlerde benden görerek biri daha Karakoç kitabı çıkarmış balkona. Kıyamet Aşısı. Meşhur kitaplarından biri yazarın. Birkaç yazı okudum. Hep şairane cümleler. Sloganvari güzel benzetmeler... Ama içerik yok gibi geldi. Birden içimde bir kızgınlık. Gençliğimde böyle şairane ama içeriği zayıf kitaplar yüzünden sağlam metinlere ulaşamamışım gibi bir duyguya kapıldım. Sonra hep müslüman şöyledir, batılı böyledir gibi bir kıyaslama. Hep biz ve öteki anlatımı. Edebiyat yazılarında da vardı aynı şey gerçi ama rahatsız olsam da hoşgörebilmiştim. O zamanın şartları, dili filan demiştim. Belki üst üste geldiğinden bu sefer diyemedim. Karakoç'u yeniden okuma düşüncemi yine bilinmez bir zamana erteledim. Ama yine de okumak gerektiğini düşünüyorum. En azından şiirlerini daha iyi anlayabilmek için.

Yorumlar
Yorum Gönder