KESİNLİK ÜSTÜNE

“Kesinlik Üstüne” Ludwig Wittgenstein’ın ölümünden sonra yayınlanmış eserlerinden. Düşünürün aldığı notlar editörler tarafından kitaplaştırılmış. Kitabı halk kütüphanesinden plansız şekilde aldım. Aslında Nermi Uygur’un bir kitabını arıyordum “Edmund Husserl’de Başkasının Ben’i Sorunu”. Rafları didik didik ettim, yok. Hocanın diğer kitapları hep var, bazılarında üç dört tane var hatta ama aradığım kitap yok. Öyleyse kitap almadan gideyim diye çıkışa yöneldiğim sırada nedense elim neredeyse rastgele bu kitabı aldı.
Düşünürün kesinlik ve şüphe üzerine düşüncelerini, hatta daha çok, az farkla birbirini tekrarlayan sorularını içeriyor diyebilirim kitap için.
Benim de eskiden beri merak ettiğim bir soruna cevap arıyor kısmen. Bilgi, malumat, inanç gibi kategorileri nasıl sınıflandırabiliriz. Ben bir çeşit çekmeceler teorisiyle açıklamaya çalışmıştım sorunu bazı öğrencilerimle arkadaşlarıma. Zihnimize sağdan soldan gelen bilgi yığınlarını rastgele değil belli bir sisteme göre yerleştiririz. Bu konuda hassas olmak da gerekir aslında. Gördüğümüz bir olay, duyduğumuz bir söylenti, bir kitaptan okuduğumuz bilgi - elbette kitabın ne olduğu da önemli - aynı çekmeceye tıkıştırılmaz belleğimizde. Kesin bilgiler, şüpheli bilgiler, kurmaca olmakla beraber temsil yoluyla bir hakikate işaret edebilecek bilgiler, aslını dikkate almamamız gereken fasıllar aynı çekmeceye tıkıştırılırsa bu düzensiz ve kaotik belleği esas alan muhakeme doğru çıkarımlar yapamaz.
Bir bakıma din ehlinin ef’al-i mükellefin dediği sınıflandırmanın yine dindarlar tarafından içselleştirilememiş olması da dini hayatta öncelik sonralık ayrımı konusunda böyle kaotik bir manzaraya sebep olmaktadır. Müstehabı farza önceleyen veya haramı görmeyip mekruhu veya mekruh sandığı mübahı vurgulayan öğreticiler hem kendi yobazlıklarını sergilemekte hem de çevrelerinde bu çarpıklığın gittikçe kemikleşmesine neden olmaktadırlar. Şimdi bunu konuşacak değilim elbette. Öyle birden dilime geliverdi nedense.
Ayrıca bu konulardan bahsedilmiyor bu kitapta. Yine de bir şekilde bunları çağrıştırdı nasıl olduysa.
İşte kitaptan bazı alıntılar: //Hamiş: Eğri çizgiler arasındaki cümleler bana ait, tırnaklılar düşünürün.//
“...Bir sözcüğün anlamı, onun bir tür istihdam edilişidir.
Zira sözcüğün anlamı, o sözcüğü dilimize katarken öğrendiğimiz şeydir.” (61)
//Onun için sözcüğün anlamını metinde veya konuşmada öğreniriz, tespit ederiz. Bağlamından koparılan sözcükler gibi bağlamından koparılan cümleler ve daha geniş birimler de havada kalabilir veya söz sahibinin maksadından başka yerlere çekilebilir.//
“Olguları olduğundan başka türlü hayal edersek, bazı dil oyunları önemini bir ölçüde yitirir, başkaları önem kazanır. Ve bu şekilde, bir dilin sözcük dağarcığının kullanımında bir değişim -dereceli bir değişim - meydana gelir.” (63)
“Hiç bir olgudan emin değilseniz, sözcüklerinizin anlamından da emin olamazsınız.” (114)
//Sadece şüpheyle bir yere varılmaz. Şüpheleri de emin olduğumuz bir zemine bina etmek zorundayız.//
“Her şeyden kuşkulanmaya çalıştığınızda, herhangi bir şeyden kuşkulanacak kadar ilerleyemezsiniz. Kuşku oyununun kendisi kesinliği varsayar.” (115)
//Bu tespiti değerli buldum. Daha önce her şeyden kuşkulanan bazı insanlarla tartışmak zorunda kalmış ve bir süre sonra öfkelenmekten kendimi alamamıştım çünkü. Belli bir sistem içinde değilse durmadan sorular soran tartışmacı ona bir şey anlatmak neredeyse imkansız. Ondan bir şey öğrenmek zaten mümkün değil. Bir yaklaşıma göre bir yere oturtulabilecek bir soru soruyor mesela, sonra ona vereceğin cevabı sonuna kadar dinlemeden tam tersi bir görüşe göre başka bir şüpheyle yeni bir soru yöneltiyor. Böyle böyle zihninin çöp eve dönmüş ortalara atılmış çekmecelerinden rastgele bir şeyler çıkarıp burnuna burnuma uzatıyor adamın. Böyle biri dini konularda konunun muhatabı olmadığım halde soru yağmuruna tutmuştu beni bir keresinde. Bir modernist gibi konuşuyor, bir selefi ağzıyla, bir şia ağzıyla. Bir sünnetten dem vuruyor. Hep tartışmalı konular ve aynı anda savunulması mümkün olmayan birbiriyle çelişen yaklaşımlar. Önce bir konumunu netleştir, neredesin, bu fikirler tek kafada barınamaz, dedim. O zamanda özgür düşünceden falan bahsetti. Sakin sakin konuşmak lazımdı o konuları oysa ya da en doğrusu kendisi sakin sakin okuyup kafasında tartmalı, kendi durumunu, konumunu belirlemeye çalışmalıydı önemsiyorsa. Benim gibi uzak da durabilirdi elbette incir çekirdeği doldurmaz eski moda tartışmalardan. Uzak olsun. //
“Çocuk birçok şeye inanmayı öğrenir. Yani bu inançlara göre eylemde bulunmayı öğrenir. Parça parça, inanılanların bir sistemi ortaya çıkar ve bu sistemde bazı şeyler sarsılmaz şekilde sabit, bazı şeylerse az çok oynaktır. Sabit olan, kendi içinde apaçık ya da ikna edici olduğu için öyle değildir; çevresinde yer alanlar tarafından sabit tutulur.” (144)
//Burada çevresinde dediği, diğer fikirler, inançlar. Çocuğun çevresi değil. Her inanç sistemi kendi içinde belli ölçüde tutarlı bir sistem. Sistemden bir iki temel argüman çıkarsa sistem yıkılabilir. Mesela ben inançlı bir adam olduğumu düşünüyorum. Biri kaderle veya haşirle ilgili bir soru sorarsa ona Tanrı’ya inanmanın gereğini ve kolaylığını/kolaylaştırıcılığını anlatırım önce. (Aslında sanırım kimse sormadı şimdiye kadar.) Tanrı’ya inanmayanla kader hakkında, ruhun devamlılığı hakkında ne konuşulabilir ki? Nereye oturacaksın? Tanrı’ya inanmak, en azından varlığını varsaymak kavanozdaki büyük taş. Yazgı, ruh, melekler; çakıllar, kumlar… Bediüzzaman bu birbirine dayanan “çevresinde yer alanlar tarafından sabit tutulma” sistemini birbirine dayanan taşlarla sabit kalan kubbeye benzetiyor bir yerde.//
“İnsan, hangisinin sol eli olduğu yargısını nasıl verir? Kendi yargımın bir başkasının yargısıyla uyuşacağını nereden biliyorum? Burada kendime güvenmezsem, bir başkasının yargısına nasıl güveneyim? Bir niçini var mı? Bir yerde güvenmeye başlamam gerekmez mi? Yani, bir yerde kuşkulanmamakla işe başlamam gerekir; ve bu, deyim yerindeyse, mazur görülebilecek bir acelecilik değildir: yargı vermenin bir parçasıdır.” (150)
“Çocuk yetişkine inanarak öğrenir. Kuşku inançtan sonra gelir.” (160)
“İnsanların bana belli bir tarzda aktardığı şeylere inanırım. Böylece coğrafi, kimyasal, tarihi vb. olgulara inanırım. Bilimleri böyle öğrenirim. Öğrenme elbette inanmaya dayanır. (...) (170)
“Zira çılgın olamaz mıyım? Dolayısıyla da, mutlaka kuşkulanmam gereken şeyden kuşkulanmıyor olamaz mıyım?” (223)
“Biri yeryüzünün yüz yıl önce var olup olmadığından kuşkulansaydı, onu şu yüzden anlamazdım: böyle birinin neyin hâlâ kanıt sayılmasına izin verdiğini, neyin izin vermediğini bilmezdim.” (231)
//Yukarıda bahsettiğim kişilerle konuşmak onun için zor işte. Öylelerinin neyin hâlâ kanıt sayıldığına izin verdiğini kestiremiyor insan.//
“Bu şeylerin her birinden kuşkulanabiliriz, ama hepsinden kuşkulanamayız.”
Şunu söylemek daha doğru olmaz mıydı: “hepsinden kuşkulanmayız.”
Hepsinden kuşkulanmamamız, bizim yargı verme, dolayısıyla da eylemde bulunma tarzımızdır işte. (232)
“İyi temellendirilmiş inancın temelinde, temellendirilmemiş inanç yatar.” (253)
//Dinlerde de öyle, bir yerde mutlaka gayba iman var. Hissettiğin, sezdiğin, öyle olmasını istediğin şeyi temellendirmeye çalışıyor, bir şekilde temellendiriyor veya temellendirdiğini sanıyorsun sonunda.//
“Öğrenci bu dağın oldum olası orada olduğuna inanmayı reddetseydi?
Bu kuşkusunun hiçbir temelinin olmadığını söylerdik.” (322)
//Bediüzzaman buna benzer bir örneği vesveseden (kuruntu) bahsederken vermiş: “Meselâ, Eğridir Gölünün su olarak yerinde bulunduğuna eminiz. Halbuki, aslında mümkündür ki, o göl, bu dakikada batmış olsun. Ve batması olabilecek şeylerdendir. Bu imkân, madem bir ipucundan kaynaklı değil; zihinsel bir olasılık olamaz ki, kuşkuya neden olsun. Çünkü, yine kelam ilminde şöyle bir kural vardır, "Bir belirtiden kaynaklanmayan olasılık, zihinsel bir olasılık olmayacağı için kuşku vermez, önemi yoktur."//
“Yani sorduğumuz sorular ve kuşkularımız, bazı önermelerin kuşkudan muaf olmasına bağlıdır; bu önermeler, soru ve kuşkularımızın üstünde döndüğü menteşelere benzer.” (341)
“Şu söylenebilir: ‘Biliyorum’ rahat bir emin oluşu ifade eder, hala mücadele içindeki bir emin oluşu değil.’” (357)
“Adımın … olduğunu biliyor muyum, yoksa buna yalnızca inanıyor muyum?” diye sorduğumda, kendi içime bakmamın bir yararı yoktur.
Ama şöyle diyebilirim: Adımın bu olduğundan asla en ufak bir kuşku duymamakla kalmıyorum; bundan kuşku duymaya başlarsam, emin olabileceğim hiçbir yargı olmaz.” (490)
“...Sonu olmayan bir kuşku, kuşku bile değildir.” (625)
“insanın ana dilindeki belli şeylerin adlandırılması hakkında yanılıyor olmaması, düpedüz, normal bir durumdur.” (630)
Yorumlar
Yorum Gönder